1996 yılında, ne benim için ne de insanlık için büyük sayılabilecek bir adım atmıştım İstanbul'a. Henüz reşit değildim. (bkz: daha 17). Kaba bir hesap yaparsak üstüne bir o kadar daha yaşamışım. İstanbul'a meydan okuyacak gücüm de cesaretim de yoktu o yıllarda. Böyle bir şeye gerek de yoktu, o ayrı. Gözümü ilk korkutan şey otobüs güzergahlarının çokluğu, her güzergahın bir numarasının oluşu ve nereye hangisiyle gideceğimin nasıl öğrenileceğiydi. Henüz akbilin ceplere girmediği, bilet ve orjinal "mavi kart" döneminin yaşandığı yıllardı.
Günde en az iki İETT otobüsü kullananlar için karlı bir alışveriş oluyordu aylık mavi kart. Her yöne dakikalarının olması gibi bir şey. İstanbul'u gezmek veya tiyatro, maç vb etkinliklere katılmak için kullanmak da cabası. "Atamama" hastalığı olan birisi olarak buna benzer anıları anımsatacak bolca malzemem vardı ama, dedim ya adres hanesinde gurbet yazınca bir insanın kimi anıları sılada kalıyor, kimisi gurbette oluyor. Velhasıl bir kere ayrıldı mı iki yakası bir araya gelmiyor insanın.
90'lı yıllara selam olsun...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder